19,1906$% 0.04
20,8128€% -0.7
23,7803£% -0.42
1.220,04%-0,04
2.018,00%0,20
8.047,00%0,17
1.978,92%-0,05
4.812,93%-1,70
฿%
29 Mart 2023 Çarşamba
Depremi doğru anlamaya çalışacağız. Bu deprem bir ceza, ikaz veya kozmolojik bir olay olup olmadığını ya da bunların tamamı da olabileceği doğrultusunda konuyu anlamaya çalışacağız. Bu konu üzerinden farklı yaklaşımlar sergilenmektedir. Depremi, kaderi ilahi olarak değerlendirenler olduğu gibi, İlahi takdiratın dışında iradeden uzak, tabiata havale edenler de oldu. Üslup bakımından da kimi akademik ve kültürel üst perdeden konuyu anlatırken, kimi de toplumun çoğunu oluşturan orta halli bir dindar kesim dili ile anlattı. Yardım kuruluşlarının sahada yardımları, arama ve kurtarmada çalışanlar, siyasiler, jeologlar, psikologlar, âlimlerimizin kelam ve akaide de konu edinmeleri ve üzerinde tartışanlar… Bunca farklı yaklaşımlardan acaba hangisi doğru? Bu manada çok şey söylendi. Biz de “depremi” doğruya yakın bildiklerimiz üzerinden anlama ve anlatmaya çalışacağız:
Deprem-Kader ilişkisi üzerinden okumak:
Depremi kader-i ilahi üzerinden okumaya çalışalım. Kader konusu, İslam kültür külliyatında en çok konuşulan konuların başında gelir. Bu manada, kader-i ilahiye konu olmayacak hiçbir dünya meselesi olamaz: “Hiç şüphesiz, biz her şeyi kader(içinde) yaratıverdik” (Kamer/49) Kader-i ilahiye, Yüce Allah’ın farklı sıfatları üzerinden okunduğu için haliyle konuya bakış açısı da bu oranda farklılık arz eder. Kaderi, ilahi sıfatlardan “ilim” üzerinden okuyanlar olduğu gibi “kudret” sıfatı üzerinden okuyanlar da vardır. Vasat çizgide olan aziz ulemaya göre kader; “ilim, irade ve kudret” üzerinden okunmuştur. Bu üç vasfın hem Yüce Allah’a hem de kullara nispeti ile anlatımı en mutedil nokta olarak kabul görmüştür. Bu üçüncü görüş, kendi zamanında diğer görüşler gibi tartışma konusu olmuşsa da daha sonra mutedil bir çizgi olduğundan ümmetin kahir ekseriyetine göre müreccah kabul edilmiştir.
Burada da izaha muhtaç bir taraf olduğu kanaatindeyim. Kaderin insan dahli olmadan meydana gelen “mübrem” ile insanın kesbi doğrultusunda farklı şekillenebilen “muallak” yönünün iyice irdelenip öğrenilmesi gerekir. Bu konu Usulüd-Din’de çok geniş anlatılmıştır. Konuyu teknik bilgiler üzerinden çok kısa bir şekilde şöyle anlamaya çalışalım: Kadere tecelli eden üç sıfat İlim, İrade ve Kudret sıfatlarıdır. Bu sıfat, Yüce Allah’a atfedildiği yerde yaratan, sınırsız ve bağımsız; insana atfedildiği yerde kesb ve talep eden, sınırlı ve bağımlı olduğunun bilinmesi, meselenin en can alıcı bölümünü oluşturur. Eğer bu göz ardı edilirse ipin ucu kaçırılmış olur.
İşin en püf noktasının bu olduğu kanaatindeyim. Bu manada, İnsanın “muallak kader” bağlamında günah ve sevaba, hayır ve şerre, iyilik ve kötülüğe, doğru ve yanlışa götüren yönüyle, kaderinde kendi nefsinin dahli olduğu için bu yönünden sorumludur. Ama bu dahi ilahi ilim, irade ve kudretten bağımsız değildir. Yani kul istemiş, Yüce Allah da tecelli edip yaratmıştır. Bu manada insanın ilim, irade ve kudreti tamamen bağımsız değildir. Çünkü ağaçtan kuru bir yaprak dahi Yüce Allah’tan habersiz düşmez.(En’am/59) Kaderi; sadece “ilahi kudret” ya da “ilim” sıfatı üzerinden okumak eksik bir okumadır. Biz kaderi ilim, irade ve kudret üzerinden okumaya devam edelim.
Her şeyden önce, bu deprem herkesi harekete geçirdi. Bu manada, öyle ya da böyle depremi anlamak ve maruz kalanların ızdırabını hafifletmek adına kim ne yapmışsa, hayırlı ve faydalı iş yapmıştır. Bilim adamından dini bir tanımla yetinmeyi beklemek, bilimsel çalışmaya karşı din adına yapılmış bir basiretsizlik olur. Dini ilimler üzerinde açıklama yapan aziz ulemayı, bilimsel bakımdan bilgisizlikle suçlamak bilim adına, dine karşı yapılmış çok çirkin ve nankörce bir bağnazlık olur. Hâlbuki bilimsel açıklamada bulunan, kıymetli bilim insanımızın dine halel gelecek bir açıklaması da yanlıştır. Din namına açıklama yapan dindarın bilimsel çalışmalara karşı ve ona ters açıklama yapmak da her şeyden önce dinen de yanlıştır.
Bu konuda doğru bir tanedir. O da depremin vurduğu büyük insanlık ailemizin yaralarını sarmaya çalışmaktır. Ancak, doğrunun bir olması bakışların çok olmasına mani değildir. Tevhidi açıdan en belirgin ortak noktamız şüphesiz ki Kabetullahtır. Kâbe’yi isitkamet olarak kabul etmek, ortak ve alternatifsiz bir noktamızdır. Ama Kâbe’ye aynı noktadan bakmıyoruz. Hatta bu mümkün de değildir. Bunu dayatmaya çalışmak, adl-i ilahiyeye de insan iradesine de yapılmış en büyük kötülüktür. “Barika-i hakikat müsademe-yi efkârdan doğar.” Tek doğruya aynı yerden bakmayı dayatmak, ya cehalet ya da gaflettir. Bu manada, depremi bir tek sebep üzerinden okumak mümkün olmadığı gibi büyük bir ilim eksikliğidir.
Depremin bilimsel açıklamasını yapana ‘sen gâvursun’ demek ne ise ‘kaderle ne alakası var, Yüce Allah’ı ne karıştırıyorsunuz’ deyip bilim namına Yüce Allah’a isyan etmek de odur. Bu iki zıt kutup ne ilmi, ne de dini temsil edemezler. Çünkü dinin de kâinatın da temel kaynağı Kur’an’dır. Dini bilimsel araştırmadan, bilimsel araştırmayı dinden ayıran insan, her şeyden önce Kur’an’ı anlamamış olur. Bu çeşit bağnazlık yapanların geçmişte var oldukları gibi bugün de var olmaları mümkündür. Bu iki güruha; ilim ile bilimi, vahiyle aklı, sanat ile mucizeyi değerlendirmede birini alıp diğerine vurmaya çalışan çağın cahil bilmişleri olduklarını söylemek mümkündür. Sözü Kur’an’a bırakalım: “Göktekinin sizi yerin dibine batırmayacağından emin misiniz? Bir de bakarsınız yeryüzü alt üst olmuş! Yahut gökte olanın üzerinize taş yağdıran bir fırtına göndermeyeceğinden emin misiniz? Uyarılarımın ne demek olduğunu yakında anlayacaksınız!”(Mülk/16-7)
Sünnetullah, adetullah ve kudretullah üzerinden konuyu okumak:
Mesela; bir virajda otuzla gitmesi gereken bir araç iki yüzle sürat yaparsa takla atması, kışın yoğun akıp yazın kuruyan bir çayın ortasında ev yapanın evinin sele tutulup yıkılması sünnetullah. Evlerimizi doğal evin bulunması gereken sağ ve selim yerlerde yapmamız ve virajda takdir edilen hızla gitmemiz adetullahtır. Dere ağzındaki evimizi selden mucize gereği korumak, korunaklı evimizin üzerimize yıkılıp çökmesi kudretullah gereğidir. Birincisinin olması doğal olandır. Biz buna sünnetullah deriz. İkincisi, kudretullah gereği olağanüstü bir durumdur, biz buna da mucize deriz.
Çünkü mucize, insan takat ve kudretinin dışında olan olağanüstülük/harikuladelik demektir. Mucizeler, daha çok peygamberler üzerinden gösterilmiştir. Mesela bir kadınla bir erkeğin bir araya gelmesiyle neslin devam etmesi sünnetullahtır. İki insanın evliliğinin vesile kılınması adetullahtır.Hz. Âdem’in topraktan, ondan da eşinin yaratılması ve Hz. İsa’nın Hz. Meryem’den doğması ise kudretullah gereğidir.
Çok önemli bir hususu burada söylemem gerekir. Mucize, günün şartları içinde insanın yapmaktan aciz kaldığı olaylardır. Dün mucize olan bir durum, bugün olağan olabiliyor. Ama o mucize, mucize olmaktan çıkmaz: Mesela bundan bin yıl önce suyun altında saatlerce bir insanın boğulmadan kalması, havada uçmak ve depremin bilimsel mahiyeti olan fay hattı ve ondaki enerjinin bilinmesi gibi… Bunlar yakın bir zamana kadar bir mucizeydi. Yani insanlar buna takat yetiremedikleri için kendi zamanında bir mucizeydi. Bugün ise mucize değil, bunlar birer sıradan şeyler olmuştur. Bugün fay hatlarını tespit etmek mucize olmaktan çıkmış, faylardaki ısıyı kontrole almada insan, henüz güç yetiremediği için o bir mucizedir. Çünkü insanı aciz bırakmaya devam etmektedir. Yalnız bu sürekli güç yetirilmemeye devam edecek manasına gelmez. Bu yönüyle bu mucize ise de yarın fay hatlarındaki enerjiyi kontrol etme veya o enerjiyi tarlaya attığımız gübre gibi sanayide faydalanma imkânı bulduğumuzda, o enerji tehdit eden bir afetten, nimet afiyetine dönüşebilir.
Depreme % 100 yanlış olan bakışlar
Bu konuda en büyük yanlışı yapanların şu iki kesim olduğu kanaatindeyim. Biri depremin sebep, çare ve sonuç ilişkisinde kesin hüküm vererek deprem şu şu sebeplerden dolayı meydana geldi deyip onu ya salt tabiat ya da salt maneviyat noktayı nazardan okuyanlar. İkincisi de söz ve fiilleriyle depremzedelere giden(gidecek olan) yardımları ya engelleyen ya da sekteye uğratanlar. Bu yanlış, ister siyaset ister din ister bilim ve isterse ilim adına yapılsın fark etmez. Bu hastalıklı kesimler toplumlarda kemiyeti az, keyfiyeti ciddi etkin olanlardır. Ruhen kirlenmiş, kalben ölmüş, vicdanen sermayesizdirler.
Depremi hüküm-hikmet ve illet-ibret üzerinden okumak:
Toplu afet ve rahmeti, hüküm değil hikmet üzerinden okumak gerekir. Hüküm ile hikmet arasında şöyle bir fark vardır: Hikmet bir olayda birden fazla noktayı içinde barındıran bir bakışla meseleye bakmak demektir. Hüküm ise meydana gelen bir olayın sonucunu bir tek sonuca bağlamaya denir. Konuyu; Kur’an-ı Kerim’de geçen kıssalardan iki kıssa olan Hz. Musa-salih kul ile Hz. Yusuf’un kardeşleri arasında Yusuf kıssası üzerinden misallerle anlamaya çalışacağız. Hz. Musa (as) ile salih kul arasındaki meselede çocuğun öldürülmesi hadisesini zihin dünyamızda canlandırılalım. Masum çocuğun ölümü hüküm üzerinden okunsa, çocuğun öldürülmesi bir katletme cinayetidir. Ama hikmet üzerinden baktığımızda, her insan ölümlüdür. Şöyle ya da böyle her dünyaya gelen insan bir gün ölecektir. Çocuk buluğa ermeden ruhu alındığı için cennetlik olmuştur. Ebeveynleri çocukları yüzünden günahkâr olmamışlar. Daha hayırlı bir evlat kendilerine bağışlanmıştır. Hz. Musa (as) ile salih kulun hikayesinde Hz. Musa’nın da kendi sabrını ve ilminin bir yere kadar olduğunu öğrenmiştir. İşte kısaca hikmetle hüküm arasında böyle bir fark bulunmaktadır.
Hz. Yusuf (as) maliye kabını(vi’aye/tasını) kardeşi Bünyamin’in yüküne koyup, sonradan “siz hırsızlık yapmışsınız” diye onları suçlamaya çalışması, hüküm üzerinden okunsa Hz. Yusuf kardeşlerine iftira atmış olur. Bünyamin’i yanında bırakma yolunda kardeşlerine hile yaparak ihanet etmiştir. Eğer konuyu hüküm üzerinden değerlendirsek çok çarpık bir sonuca varırız. Ama hikmet üzerinden bakılırsa, Hz. Yusuf (as) via’ye üzerinden Bünyamin’i, Bünyamin üzerinden ebeveynini ve tüm aile fertlerini bir araya getirmek için bunu yapmıştır. Zaten bunu da Yüce Allah emretmiştir. Ayeti Kerimede “…Bunu biz ona öğrettik. Melikin dininde bu yoktu…” (Yusuf/76) buyurduğu da budur.
İllet değil, ibret üzerinden okumak:
İllet; bir olayın cisimsel bir kısım tetkikleri üzerinden olayın mahiyetini ortaya atmak demektir. Bu işin iskele boyutudur. Ama meselenin bir de ruhu vardır. O da meydana gelen toplu olayları birden fazla maksat ve gayeyle görebilmedir. İşte ibret üzerinden olaylara bakmak bu yönüyle farklı olur. Bir sıkıntının veya ilk bakışta şer gibi görünen herhangi bir olayın, netice itibariyle hayır olabileceğini düşünme yetisidir. Kur’an-ı Kerim bunu birbirinden farklı versiyonlar üzerinden beyan etmektedir. Bu yerlerden biri de Bakara/216. ayeti kerimedir.
Toplu afetleri Adalet değil, şefkat ve merhamet üzerinden okumak.
Toplumsal afetler ve onların sonuçlarını adalet terazisiyle değerlendirmek, işi içinden çıkılmaz hale getirebilir. Şefkat ve merhamet, ikaz ve uyarı nazarıyla konuya bakılırsa, o afetin insanın ruhunda, aklında ve gönlünde açılan yaraların sarılması, toplum vicdanını daha erken harekete geçirip rahatlatır.
Asıl dindarlık, deprem gibi toplu afetlerde insanlık yapmayı emreder
Dinin emri, afetlerde dindarlıktan çok, insanlığı emreder. Kur’an-ı Kerim’de insani yakınlık beş temel kardeşlik üzerinde ele alınır: Sülbi, süt, din, toplum ve insani kardeşlik. En geniş olan insani kardeşliktir. İnsanlık ailesi yeryüzünün en kıymetli canlı kümesidir. Hayatın devamı için bu aile fertlerinin birkaç yönüyle birbirleriyle olan ortak münasebetleri vardır. Deprem gibi toplu afetlerde yardıma muhtaç olduğu bir anda kişinin insani kadrajdan kardeşinin yardımına koşması Kur’an’ın emridir.
Deprem ve Fay Hatları
Depremin fay hatları evlerimizin “mekân” boyutunu yıkabilir. Fakat öfke faylarımız ise ruhumuzun sükun bulduğu ve sükunet manasını içeren “mesken” boyutunu yıkar. Biz evlerimizin mekân ve mesken boyutunu beraber muhafaza etmeliyiz.
Bugün fay hatlarının tespiti ile yetinmenin yeterli olmadığı kanaatindeyim. Bilimsel olarak, faylarda bulunan enerji ve boyutunu keşfetmek büyük bir kazanımıdır. Bu kazanımı gâvur mu buldu, mümin mi buldu, fark etmez; ilk etapta, kâinata ve canlılara zarar vermeyecek şekilde boşaltma yollarına bakmaları gerektiği kanaatindeyim. İkinci etapta, o enerjiden faydalanmaya çalışılmalı. Bugün insanları yok eden kitle imha silahlarına yapılan yatırımların zekâtı kadar bu enerjiden faydalanma yollarına yapılsaydı dünyamız şu anki durumdan daha iyi bir durumda olurdu.
Şu an için tespit edilen faylar üzerinde yerleşim yeri yapmanın fıkhi boyutu için aziz İslam uleması ilmihal oluşturmalıdır. Belirgin, ufuk açıcı ve bu konuda cesur adımlar atarak, ucu nereye dayanıyorsa dayansın hakikati açıklamaktan çekinmemelidir. İnşaatlarda imar ve kurallara uyulmayan işçi, taşeron, sıvacı, duvarcı, sucu, elektrikçi, demirci, kalıpçı olarak çalışmanın haram olduğunun belirlenmesi gerekir. Malzemeden çaldığı tespit edilen müteahhitleri, ömür boyu inşaat yapmaktan men etmenin yöneticilere bakan yönüyle farz olduğunu aziz İslam uleması haykırmalıdır. Çimento fabrikalarından başlayarak, demir fabrikaları, kullanılan kum, verilmesi gereken su, imar ve yer zemin etütleri tam yapılmadan inşaat yapmanın haram olduğu ilmi olarak açıktan ilan edilmelidir. Dediğim gibi şu an fay hatlarında bulunan enerjinin büyük bir kaynak ve nimet olduğunu düşünerek sistemleri bu yönde yatırımlar yapmaya teşvik eden eserlerin yazılması gerekir.
İtikadı muhafaza etme ve çalışıp sa’iy etmek
Bu durum veya anlatılanlar, imanımızı muhafaza etmeye çalışırken, sorumluluğumuzu bize unutturmamalıdır. Takdir-i ilahiye inanma, çalışma, gayret, sa’iy ve vesilelere başvurmaya mani olmamalıdır. Evet deniliyor ki “Men amene bil kaderi emine minel kederi/Kadere inanan kederden emin olur.” Aslında takdir-i ilahi, emr-i ilahi ve nehy-i ilahi ile çelişmez. Yapmakla yükümlü olduğumuz vesilelere sarılmak, kadere inanmamak demek değildir. Vesilelere sarılmak Sünnetullah’tandır. Vesilelere sarılmadan takdir-i ilahi ne ise o olur demek, sağlıklı bir kader inancı değildir.
Kısaca, vicdan ile kazancı, merhamet ile adaleti, hikmet ile illeti, Kader ile takdiri, mesken ile mekanı, insan ile nisyanı, irade ile tedbiri, akıl ile vahyi, Sünnetullah ile kozmolojiyi, mucize ile mucidi, afet ile afiyeti, fitne ile fiteni, aklın yarasıyla ruhun yarasını, fayın patlamasıyla insan öfkesinin patlaması, Kur’an’daki “kebed ile kıvamı”, ibare ile ibreti, itibar ile ictihadı, hikmetin inceliğiyle ile hükmün kesinliğini, ilahi tikel meşiet ile tümel kanunları ve kısaca Kevni ayetlerle tenzili ayetleri aynı göremeyeceğimiz gibi, birbirinden tamamen bağımsız da göremeyiz. Bu manada, depremin yıkıntılarını Yüce Allah’ın üstüne yıkmak da Yüce Allah’ı saha dışına itmek de yanlıştır. Doğrusu, bu konuda orta yolu takip etmektir. Aslında bu gibi hikmet dolu toplu afetlerde “Allah’u a’lem” deyip bitirmek en doğru olduğu kanaatindeyim. Bir konu hakkında tek söz söylemek Allah’a mahsustur. Yüce Allah’a ait olan bu alanı hiçbir kul alarak, ‘en doğru ve en son söz birdir ve o da benim sözümdür’ diyemez.
Depremde ölen ehl-i imanı Rabbim şehitlerden kabul etsin, yaralılara acil şifalar ve mükedder ailelere sabırlar versin.
NOT: Bu açıklamalarımla tek doğrunun söylediklerim olduğu kanaatinde değilim. Bunlar da neticede bir görüşten ibarettir.
İktisad insan ilişkisi üzerinden, iktisadi aklı anlamaya çalışacağız. İnsanı yönlendiren en büyük anlam taşıyan yönü, ruh, kalp-akıl ve gönül gibi temel hasseleridir. Daha önceki yazımızda İslam iktisadının ruhunu anlamaya çalışmıştık. Bugün de iktisadın akıl boyutunu anlamaya çalışarak, konuyu Kur’an ayetleri üzerinden beyan etmeye gayret edeceğiz. İnsana ait ruh, insanın özü ve aslını temsil eder. Akıl ise, yöntem, ilke, esas ve prensipleri temsil eder.
Bu manada İslam iktisadının ilkesel boyutunu ele alacağız. Bu bağlamda, işin tarihsel boyutuna baktığımızda, usul kitapları İslami hükümleri beş kısma ayırırdı. İtikadi, ameli, muamelat, ukubat ve ahlaki hükümler olarak belirlenmişti. İki yüz yıldan bu yana, İslami hükümler üç başlık altında işlenmeye başlandı. Konu kendi içinde işlenmiştir. Ama bağımsız başlık altında ele alınmadığını söylüyoruz. İtikadi, ameli ve ahlaki şeklinde betimlenmesinin, kasten yapıldığını söylemek en hafif tabirle insafsızlık olur. Ancak, ümmetin dikkatinden işin bu yönüyle kaçtığını söylemeye çalışıyorum.
Dünyaya bakan yönüyle hayatın en önemli iki sacayağı vardır. İdari ve iktisadi, diğer bir ifadeyle siyasi ve mali boyutudur. İslam aleminin bu iki noktada ciddi bir terslik yaşadığı kanaatindeyim. Bu manada dünyevileşmeyi önlemeye çalışmak şarttır. Ancak, dünyasını din düşmanlarına bıraktıracak seviyeye getirmemelidir. Şuna benziyor. Bankaya parasını yatıranın ben faiz yemem deyip, parayı faiz bankasına bırakanın durumu gibidir. Elbette her hâlükârda faiz yiyemeyiz. Ama, faiz yememek bizim faiz bankasına yardım manasına gelen parayı bırakmayı gerektirmez. İslam iktisadının akli boyutunda da ciddi eksiklikler yaşamaktayız. İslam iktisadının aklı, temel prensipleri iktiza eder. Bu böyle olunca, İslam alemi sadece iktisadi zihin açısından geride durmuyor. Aynı zamanda, ilkesel boyutuyla da bir sürü sorun yaşıyor.
İslam’ın tüm konularında olduğu gibi, iktisadi boyutuyla da temel prensipler koyar. Hayatın her noktasına Yüce Allah temel şartlar koyduğu gibi. Başı boşluk hiçbir düşünce tasavvurunda uygun görülmemiştir. Hele hele İlahi vahye dayalı bir dinin insanları “keyfe ma yeşa” istediğin gibi başı boş yaşaya bilirsin, demek asla mümkün değildir. Ayeti kerimede Yüce Allah bir insanın başka birisiyle olan menfi münasebetlerinin korkunç sonucunu gösterdiğinin ardından “İnsan kendisinin(bu manada) başı boş bırakılacağını mı sanır” Kiyame/36
Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de “İşte bunlar Allah’ın hudutlarıdır” buyurduğu yerlerin ekseriyeti muamelatla ilgilidir. Bir müminin başka bir müminle yapacağı her hangi bir alış verişi uzun uzadıya bir ayette anlattığı gibi başka bir konuyu bu kadar anlatmamıştır. Bakara/282.
Bugün teknik ve silahta bilim ve teknolojide dünya küresel güçlerinin öne geçmesini bir yönüyle anlamak mümkündür. Çünkü dünya imtihan dünyasıdır. Bazen lehte bazen aleyhte cereyan etmesi ilahi bir sünnetullahtır. Ali İmran/140
Ancak büyük şirketlerin sistem ve ilkelerini belirleyerek, temel belirleyici, yanıltma payı çok zayıf olan prensiplerle en az insanlı veya insansız tesisleri kurmanın önünde herhangi bir mali engel yoktur. Müslümanların kendi idari mekanizmalarını kendi kontrolüne alamaması bir engeldir. Bu manada Müslüman tüccarın sorumluluk ilmihalleri yazılmalı. Burada bir takat ve hüner israfı işlendiği kanaatindeyim. İsraf deyince sadece sofrada kalan ekmek kırıntılarının çöpe atılması anlaşılmamalıdır. Evet bu da bir israftır. Ama en büyük israf, yetenek ve olanak israfıdır. Elinizdeki toprak verimli. Elinizde ciddi bir gençliğiniz var. Temiz bir hava, bol oksijen kısaca yer altı ve yer üstü kaynaklarınız elinizde olduğu halde siz iktisadi bir problem yaşıyorsanız bu normal değildir. Burada bir iktisadi akıl problemi olduğu kanaatindeyim.
Elahsıl, Müslüman(başta tüccarlar) kendi ellerinde bulunan imkan ve temekkünü, mali güç kaynaklarını, hayatın en kıymetli ve değerler sistemi olduğunu bilecek bu manada ciddi ilmihaller yazılmalı. Yapılan her bir ticaretin gerekli ortak mantığı olan ilke ve esaslar koymalı. Bu temel esaslar, çağın şartlarına uygun, fitne ve fesada karşı tedbirli, her çalışanın, önündeki işten başka bir şeye tevessül etmeyi gerektirmeyen kalıcı kuralların konulması gerekir
Kur’an’ın tanıttığı insanın eşref boyutu üzerinden, İslami iktisadın ruhunu anlamaya çalışalım. Varlıklar yaratılış itibariyle; madde, mana, cisim, ruh, kalp ve gönül gibi farklı yönlerden oluşurlar.
Yüce Allah, insanı mükerrem(İsra/70) kılmıştır. Bu ikramın başında Adem’e meleklerin (Bakara/34) hürmetiyle başlayıp, ona verilen değer, ilmi (Bakara/31)yetenekler ile alakadardır. Yani, akletme, düşünüp fikretme gibi eşyada yaratıcının izini bulup, onun emrinde kainat ve içindekilerini anlamlandırma yetisidir. Bu manada fikretme, karar verme ve Yüce Allah tarafından aklına değer verilerek, bir kısım karar için akla alan açıp ona temyiz gücü vermesidir.(Beled/10) Bir çok canlı ve cansızlar üzerinde tasarruf hakkını insana vermesi de onu diğer varlıklardan apayrı bir yere konumlandırmaktadır.
İşte bu bağlamda, insanın iktisadi tasavvuru insan hayatının en önemli noktalarından biridir. Düşünce tasavvuru açısından İslam alemi zihni bir kırılma yaşıyor. Bu manada iktisada bakışımızda ciddi bir zihinsel sorun bulunmaktadır. Yeryüzünde sayılamayan nimetleri bize veren Yüce Allah’ın bu sayısız nimetleri din düşmanlarına metruk olmasını, aziz ümmetin iyi tefekküh ettiğinden emin değilim. Dine ve Müslümanlara düşman olanların maddi gücü ellerinde bulundurmasını normal görmenin dinen tarifi mümkün değildir.
Bu durumu gören günümüz İslam davetçilerinin vakaya mutabık bir dil kullanmaları gerekir. Müslümanların dünya malından uzak durmaları, içinde bulunduğumuz hal bakımından, bu manada davetin, sistem ve stratejik açıdan büyük bir hata olduğunu düşünüyorum. Bu nimetlerden en az Allah’a inanların istifade etmesini sağlayan bir anlatım doğru değildir. Yapısal olarak cihanşümul olan aziz İslam dini adına ve o dinin gereği olarak meseleye bu şekilde bakmak bir miyop körlüğüdür.
Böyle bir iktisad tasavvurunu, düşmanlarımız isteseler de tasarlayamazlardı. Bu tasavvur, İslam iksadının ruhuna aykırıdır. Dünyalıkların emrine girmek ve dünyalıkları düşmana bırakmak. Bu her iki durum da dinimizin iktisad ruhuna aykırıdır. Dinimiz “Namaz kılın ve zekat verin” diyor. Ümmetin içinde bulunduğu iktisadi ruha göre “Namaz kılın ve malı terk edip ondan uzak kalın” demeliydi. Mali ve idari üstünlüğü elde eden dünya hakimi olur. Evet biz dünyalıkların emrine girmemeliyiz. Ama dünya iktisadını kendi düşmanlarımızın emrine de bırakamayız.
Bu iktisadi hal, ruhen intihardır. Bir başkasının malını yemek haram olduğu gibi ümmetin iktisadi kaynaklarını din düşmanlarına terk etmek de haramdır. Evet “namaz kılın zekat verin” ayetini düşünelim! Bu ayetlerde “Ey namaz kılanlar! Aynı zamanda çalışın mal sahibi olun ve mallarınızın zekatını da verin” Bu ayetler zımnen her namaz kılan Müslümana zekat verebilecek kadar bir mali birikime sahip olmayı öğütlediğini düşünemez miyiz?
Ayetin ‘cemi’ sığası, onun taşıdığı toplumsal mali/iktisadi yapının ruhunu göstermektedir. Ayet bu veçhiyle, manayla beraber bir ruh taşımaktadır. Bu, bireysel çıkardan çok, toplumsal bir mali gücün ruhunu içermektedir. Bizim üzerinde durduğumuz ayetin taşıdığı bu iktisadi ruhudur.
Düşmanın en büyük iki silahı vardır. Bu, mali ve idari silahtır. Müslüman alim ve mütefekkirler, bu manada ümmetin ruhi ihya ve inşasına çalışmaları gerekir. Maalesef bugün bir kısım alim ve mütefekkir, Müslümanların mali ve idari yerlerden uzak kalmalarını, İslam’a hizmet olarak tahayyül etmekteler. Böyle bir davet dili, günümüz Müslümanlarının içinde bulundukları hal açısından felç edicidir.
Hz. Ömer’in İran’ın fethinde ve Hasan Basri’nin, Emevi ve Abbasi döneminde inananlardan dünya malından uzak durmayı talep etmelerinin kendi şartları içinde değerlendirilmesi gerekir.
Ümmetin davet ve mütefekkirlerine, hatip ve vaizlerine, mürşid ve üstadlarına bu manada büyük bir sorumluluk düşmektedir. Bu işin hikmet ve makasidini, zaman ve zeminini, ümmetin içinde bulunduğu durumun iyi ve sağlıklı tahlil edilerek yeniden idari ve iktisadi ruhun ihya edilmesi gerekir.
Son olarak, İran’ı fetheden askere yapılan mali nasihati, kirasını veremeyen Müslümana yapmak İslam’ın iktisadi ruhuna aykırıdır.
Konuya alt yapı oluşturan bir takım teknik bilgilerle anlamaya çalışacağız.
Ayeti kerimede bulunan “sadaka” kavramından zekat ile beraber fitre sadakalarını da kast ettiği konusunda ulemanın ittifakı vardır. Devamla, “lil-Fukara” ayeti kerimede bulunan “Lam’ı” lam-ı temlik olarak kabul edenler aynı zamanda vav-ı atıf ile tüm sekiz sınıfa dağılımı şart koşarlar. Bu görüşün bugün itibariyle ilmi teknik açısından uygulanma imkanı yoktur. Mesela, kölenin bulunmayışı bu sebeplerden biri. Müellefe-i kulub’u Hz. Ömerin zekattan vermeme hadisesini çok manidar buluyorum. Bu manada zekatın bu sekiz sınıfa ortak paylaşılarak verilmesinin şart olmadığına dair sahabenin icması hasıl olmuş oluyor.
Hz. Ömer böyle bir içtihatta bulunduğunda Ashabın fukahasından herhangi bir itiraz yapılmadığı için bu icmaya giriyor. Üzerinde icma edilen ihtilafsız icma Ashab’ın icmasıdır. Bir de zekatı veren eğer devlet değil de malın sahibi ise “Amilin” sınıfı da bu durumda olamaz. Bu sınıf için temellüğün şart koşulmasının mümkün olamayacağı netleşmiş oluyor. Eğer devlet İslam hukukuyla idare ediliyorsa amiller sınıfının olması şart olur.
Başka bir husus da bu durumda zekat hissesinden önce amil olanlara verilen meblağın ne olduğunun bilinmesinin önemli olduğu kanaatindeyim. Amillere verilen mübeyyen ve mukayyed bir ücrettir. Önce Amillerin ücreti verilir. Daha sonra diğer yedi sınıfa zekat malı dağıtılır. Amillerin ücreti her alınan zekat malından verilmez. Ama diğer yedi sınıfa her alınan zekat malından verilir. Amiller zengin olsalar da ücret alabilirler. Ama diğerleri muhtaç oldukları zaman ancak alabilirler. Amillere verilen ücret, bugünkü deyimle belirli bir maaşla çalışırlar.
Yani burada iki fıkıh konusu önümüze çıkıyor. Biri, zekat toplayan amil (insan) zengin de olsa maaşını zekat malından alabilir. İkincisi, amillerin zekat malından, maaşından fazla alamıyorlar. Ama diğer muhtaç yedi sınıf için, belirlenen nisap miktarı mala ulaşamayıncaya kadar, her toplanan zekat malından alabilme hakkına sahiptirler.
Teknik alt yapıyı anlamaya devam edelim. İmam Şafii’ye göre toplanan her zekatın bu sekiz sınıfa dağıtılarak verilmesi gerekir. Bu da “lil-Fukara-i” deki lam’ı, temellük lam’ı kabul etmesiyle alakalıdır. Bu böyle olunca her zekatın sekiz sınıfa dağıtılması gerekir. Cumhura göre, ayette bulunan mana şöyledir; zekat bu sekiz sınıfa verilir. Bunlardan başkasına verilemez demektir. Yoksa bu her sekiz sınıfa ille de dağıtılmalıdır diye ayet bunun için inmemiştir. Ayet zekatın başta fakirler olmak üzere bu sekiz sınıftan herhangi bir sınıfa verilmesi için inmiştir.
Bu ayet sınıflar arasında zekatın verilmesini muhayyer bırakma manasını içeriyor. Yani bu ayet zekatın verilebileceği sınıfları açıklamak için inmiş, onların arasından hangilerine verileceğini açıklamak için inmemiştir. Bu görüş, Şafiiler dışındaki Cumhurun görüşüdür. Zekatın bu zikredilen sınıflar içinde bir tek şahsa verilmesinin caiz olduğunun elif lam ile marife kılınan cemi’ “El-Fukara” kelimesinin başındaki lam’ın bu manası üzerinden buradaki lam’ın bulunması fakirlerin cinsidir. Bundan hareketle, bu cinsten birine vermekle cinse verilmesi gerçekleşir.
Bundan farklı bir bakış da şöyledir: Buradaki “lam”ın lam-ı istiğrak olarak kabul edilmesidir. Böyle olunca, ayetin manası, elinde zekatı olan onu bütün fakirleri bulup onlara vermesi gerekir. Ya da istiğrak manasında kabul edildiğinde mananın şöyle olması gerekir: Her zekat her bir fakirin hakkıdır. Bunu da mümkün ve makul görmek mümkün değildir. Ancak vakaya mutabık mana şudur: Zekatı hak edenler bu sekiz sınıf insanlardır. Bu şekilde mananın verilmesi; hem mana itibariyle hem de vakaya mutabık gelmesi açısından daha doğru bir manadır. “El-Fukara” kelimesindeki lam’ın lam-ı tarif olup, istiğrak lam’ı olmadığı bir hakikat olarak mübeyyen olur.
Bu zekat aynı zamanda diğer vacip fitreler için de geçerlidir. Kelimede bulunan “Sadaka” kelimesinin hikmeten hem sadakayla alakası hem de verilen bir mali ita manasını içerdiği gibi, vacip olan fitre sadakasını da içerdiği şeklindedir.
Depremi doğru anlamaya çalışacağız. Depremi bir ceza, ikaz ve kozmolojik manalar üzerinden yorumlamada farklı yaklaşımlar sergilenmektedir.
Depremi kader-i ilahi üzerinden okuyanların yanı sıra, onu ilahi iradeden uzak, tabiata havale edenler de oldu. Üslup bakımından da kimi akademik ve kültürel üst perdeden anlatırken, toplumun orta halli bir dindarlık ile anlatanlar. Yardım kuruluşlarının sahada yardımları, bu büyük insanlık ailemizi arama ve kurtarmada çalışanlar, siyasiler, psikologlar, alimlerimizin kelam ve akaide konu edinmeleri ve konu üzerinde tartışanlar… Bunca farklı yaklaşımlardan acaba hangisi doğru?
Kaderi, ilahi kudret üzerinden ya da ilahi ilim üzerinden okumak.
Her şeyden önce, bu deprem herkesi depretip harekete geçirdi. Bu manada, öyle ya da böyle depremi anlamak ve maruz kalanların ızdırabını hafifletmek adına kim ne yapmışsa o iş hayırlı ve faydalı olduğu kanaatindeyim. Bu konuda doğru bir tanedir. O da depremin vurduğu büyük insanlık ailemizin yaralarını sarmaya çalışmak. Doğrunun bir olması, bakışların çok olmasına mani değildir. Tevhidi açıdan en belirgin ortak noktamız Kâbetullahtır. Kâbe’yi istikamet olarak kabul etmek ortak ve alternatifsiz bir noktamızdır. Ama Kâbe’ye aynı noktadan bakmıyoruz. Hatta bu mümkün de değildir. Bunu dayatmaya çalışmak, adli ilahiyeye de insan iradesine de yapılmış en büyük kötülüktür. “Barika-i hakikat müsademey-i efkardan doğar” Tek doğruya aynı yerden bakmayı dayatmak ya cehalet ya da gaflettir.
Bu konuda en büyük yanlışı yapanlar şu iki kesim olduğu kanaatindeyim. Biri depremin sebep, çare ve sonuç ilişkisinde kesin hüküm vererek deprem şu şu sebeplerden dolayı meydana geldi diyenler ile, söz ve fiilleriyle depremzedelere giden(gidecek olan) yardımları ya engellemek, ya da sekteye uğratanlar. Bu yanlış ister siyaset, ister din ister bilim ister ilim adına yapılsın fark etmez. Toplu afet ve rahmete, hüküm değil hikmet üzerinden, illet değil, ibret üzerinden, adalet değil, şefkat ve rahmet üzerinden ve insanlık üzerinden okumak gerektiği kanaatindeyim.
Kaderin, ilim, kudret ve iradenin hem ilahi veçhiyle hem de beşerin bu vasıfları üzerinden okunması gerekir. Kaderi, beşerin sınırlı olan irade, kudret ve ilmini ve sınırsız olan İlahi irade, kudret ve ilim sıfatlarını birlikte göz önünde bulundurmadan, kaderin içinden sağlıklı çıkmak mümkün değildir. Bu konuda beşeri dışarda bırakmak “mücber” bir tasavvuru, dahli ilahiyi dışarda bırakmak “mu’tezel” bir tasavvuru oluşturur. Doğrusu, İlahı ilah sıfatıyla, beşeri de beşer sıfatıyla kadere dahil etme i’tidalinde bulunmamız gerekir. Bu sıfatları Yüce Allah’a atfedilen yerde sınırsız, beşere atfedilen yerde ise sınırlı olduğunu bilmemiz gerektiği kanaatindeyim.
Depremin fay hatları evlerimizin “mekan” boyutunu, öfke faylarımız ise ruhumuzu teskin eden ve sükunet manasını barındıran “mesken” boyutunu yıkmamalı. İmanımızı muhafaza etmeye çalışırken, sorumluluğumuzu bize unutturmamalı. Takdiri ilahiye inanmak; çalışma, gayret ve sa’yimizi baltalamamalı. Vicdan ile kazancı, merhamet ile adaleti, hikmet ile illeti, kader ile takdiri, mesken ile mekanı, insan ile nisyanı, irade ile tedbiri, akıl ile vahyi, sünetullah ile kozmolojiyi, mucize ile mucidi, afet ile afiyeti, fitne ile fiteni, aklın yarasıyla ruhun yarasını, fayın patlamasıyla insan öfkesini, Kur’an’daki “kebed ile kıvamı” ibare ile ibreti, itibar ile içtihadı, hikmetin inceliği ile hükmün kesinliğini, ilahi tikel meşieti ile tümel kanunlarını ve kısaca kevni ayetlerle tenzili ayetleri, aynı göremeyeceğimiz gibi, birbirinden tamamen bağımsız da göremeyiz.
Bu manada, depremin yıkıntılarını Yüce Allah’ın üstüne yıkmak da, Yüce Allah’ı saha dışına itmek de yanlıştır. Doğruya yakın “Allah’u a’lem” deyip bitirmektir. Bir konu hakkında tek söz söylemek Allah’a mahsustur. Yüce Allah’a ait olan bu alanı hiçbir kul alarak, en doğru ve en son söz benimdir diyemez. Depremde ölen ehli imanı Rabbim şehitlerden eylesin, yaralılara acil şifalar ve mükedder ailelere sabırlar versin.
NOT: Bu açıklamalarım da sadece bir görüşten ibarettir.