DOLAR

19,1906$% 0.04

EURO

20,8128% -0.7

STERLİN

23,7803£% -0.42

GRAM ALTIN

1.220,04%-0,04

ÇEYREK ALTIN

2.018,00%0,20

TAM ALTIN

8.047,00%0,17

ONS

1.978,92%-0,05

BİST100

4.812,93%-1,70

BİTCOİN

฿%

İmsak Vakti a 04:43
Şanlıurfa PARÇALI BULUTLU 12°
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyonkarahisar
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkâri
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • istanbul
  • izmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kahramanmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce
a
Nihat Güç

Nihat Güç

31 Mart 2023 Cuma

    İslam Bir Bütündür

    İslam Bir Bütündür
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    İslam bir bütündür. İstenen neticeye ulaşmak adına Kur’an’ın dile getirdiği konuların tamamını birlikte değerlendirmek gerekir.

    Mesela salt bir şekilde inanç sisteminden yola çıkarak İslam’ı anlamaya çalışmak doğru bir sonuca, olması gereken bir neticeye ulaştırmayabilir bizi. Aynı şekilde İslam dininin sadece ibadetlerden müteşekkil olduğunu iddia etmek de bizi olması gereken neticeye ulaştıramayabilir. Gerek bireysel gerek toplumsal bazda sosyal hayatı düzenleyen kurallarından yola çıkmak ya da ceza-i müeyyideleri dile getiren hükümleri diğer konulardan bağımsızmış gibi anlamaya ve anlatmaya çalışmak her zaman doğru bir sonuca ulaştırmayabilir.

    İnanç esasları ibadeti zorunlu kılar, beraberinde sosyal bir hayatı ve sosyal hayatın devamı için uygulanması gereken ceza-i müeyyideleri de zorunlu kılar.

    Bir insan nasıl ki sadece bir kulaktan, bir parmaktan, bir ayaktan, bir bacaktan, bir göbekten, bir dalaktan, bir kalpten, bir gözden, bir kafadan müteşekkil değilse İslam da sadece bir konudan müteşekkil değildir. Yerinden kopmuş bir parmak insan vücudunun tamamını ifade etmez.

    Bir teker araba değildir ancak her arabanın bir tekeri vardır. Bir tekerden yola çıkarak bir arabayı anlamaya çalışmak akıl karı değildir.

    “İslam günümüzde neden işlevsizdir?” sorusunun insanların kafasında oluşuyor olmasının en önemli sebebi zikrettiğimiz yaklaşım tarzıdır.

    Dünyanın neredeyse tamamında İslami hükümler devlet sistemlerinden lağvedilmiş, uygulamadan ve icra konumundan uzaklaştırılmıştır. Elleri ve ayakları kesilmiş bir gövdeden yürümesini, koşmasını hatta savaşmasını beklemek insafsızca bir yaklaşımdır.

    Her türlü baskı ve kısıtlamaların olduğu bir beldede bireysel bazda İslam’ı yaşamaya çalışan insanlara bakarak İslamı eleştiri yağmuruna tutmak hakkaniyete uygun değildir.

    Sapıtmadan istikamet üzere yürüyebilmek ve doğru bir anlayışa sahip olmak için İslam’ı her yönüyle öğrenmek, bir bütün olarak yaklaşmak gerek. İslam’ın ileri sürdüğü her tez, tek başına değerlendirilmemelidir.

    İslam dini; bu yönüyle diğer dinlere ve ideolojilere hiç benzemez. Çünkü İslam hayatın tamamını kapsar. Her olayla ilgilidir, her soruna karşı bir önerisi, her yaraya bir ilacı, bir yönlendirmesi vardır. Aklımıza gelen, yaşamı ele alan, insanla ilgili olan her ne konu varsa bilinsin ki o konu İslam’ın bir konusudur ve ilgi alanındadır.

    Çalışmak, helal yollardan para kazanmak ve zengin olmak İslam’ın bir konusudur. Fakirlik, zekat ve sadaka vermek de İslam’ın önceki konusunu tamamlayan bir parçasıdır. Zekat ve sadakayı ortadan kaldırır veya zekatı zorunlu olmaktan çıkarırsanız bu insanların niye bu kadar zengin olduğunu ileri süremezsiniz. Ya da haram kazancın önünü açarsanız aşırı zenginliğin önünü de açmış olursunuz. İnsanlardan helal bir yolla çalışmayı isteyen dinimiz diğer taraftan kazandığı maldan, elde ettiği paradan fakir fukaraya zekat vermeyi de emreder.

    Kazanç meselesine sadece zengin cephesinden ya da sadece fakir cephesinden bakmak doğru bir bilgiye eriştirmez insanı.

    Hırsızlığı yasaklayan dinimiz teşebbüs edenlere el kesme cezasını uygular. El kesmenin olmadığı bir yerde hırsızlık vak’alarının çoğaldığından bahsetmek doğru değildir.

    Gerektiği zaman savaşmak İslam’ın bir emri olduğu gibi şartlar oluştuğunda barış yapmak da İslam’ın bir emridir. Olaylara sadece barıştan ya da sadece savaştan bakmak doğru bir neticeye ulaştırmaz insanı.

    Vakti ve zamanı gelen insanların evlenmesi İslam’ın bir konusu olduğu gibi anlaşmazlıklar zirve yaptığında usulüne uygun boşanmayı emreden de İslam’dır. Aile kurumuna salt bir nikah makamından ya da salt bir boşanma durumundan bakmak doğru bir neticeye ulaştırmaz kişiyi.

    Devletin yönetimi de İslam’ın bir rüknüdür İslam’a göre yönetilmek de.

    Mahkeme de İslam’ın bir köşesidir mahkum olmak da.

    İbadet nasıl ki İslam’ın bir bölümüdür dünyevi işlerde çalışmak, yaşam alanlarını şenlendirmek de İslam’ın bir bölümüdür.

    İşverene söyleyecekleri olduğu gibi işçiye söyleyecekleri de vardır.

    Uzun sözün kısası şu: İslam ihtiva ettiği konuların tamamıyla İslam’dır. İnanç esaslarıyla, ibadetleriyle, sosyal iş ve işlemleriyle ve uygulaması gereken ceza-i müeyyideleriyle bir bütündür. Bir yaşam çeşididir.

    Özellikle Türkiye’de son yüz yıldır İslam’ın ceza-i müeyyideleri uygulama alanından lağvedildi. İslam’ın öngördüğü ceza olmayınca İslam’ın istediği davranışlar yeterli düzeyde gerçekleşmeyebilir. Diğer taraftan Müslümanlar her türlü şirki işlemeye zorlandı. İnanç bozulduğu vakit davranışların düzgün olması da beklenmez. Diğer taraftan haramlar alenileştirildi. Allah’ın emirlerini uygulamak isteyen insanlar köşeye sıkıştırıldı.

    Bu ortamlarda kısmen de olsa dinlerini yaşamaya çalışan insanlar eleştiri yağmuruna tutuldu.

    El insaf!

    Türkiye’de İslam’ın yürüyen ayağını kesen bir kesim: “Bu İslam niye böyle?” diyerek ortalığı inletmeye başladı.

    Bilmem anlatabildim mi?

    Devamını Oku

    Cennet Kimler İçindir?

    Cennet Kimler İçindir?
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Zamanı ve kuralları belirlenmiş bir imtihan alanındayız. Bu tünelin sonu ya güllük gülistanlık bir cennete, ya da her çeşit azabın bulunduğu bir cehenneme çıkacaktır. “Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi!” (Ankebut/64)
    Bu imtihanı var eden Yüce Allah’tır. Bu imtihandan haberdar eden, bunun için Peygamberler (a.s.) gönderen de, kitaplar indiren de O’dur. Bu imtihanın, bu denenmenin, gerçekleşecek olan hesabın şeklini ve şartlarını ortaya koyan da O’dur.

    O; istediğini, dilediği şekilde, dilediği vakitte ve dilediği mekanda, dilediği bir süre için var edendir. Dilediği imtihanla imtihan eden de O’dur. İbrahim (a.s.)’i ateşle, İsmail (a.s.)’i bıçakla, Eyyüp (a.s.)’u hastalıkla, Yusuf (a.s.)’u kadınla ve zindanla, Musa (a.s.)’yı Firavun ve sihirbazlarla, Yunus (a.s.)’u denizin dibindeki balığın karnıyla, Süleyman (a.s.)’ı kimseye vermediği krallıkla ve imkanlarla imtihan etti. Ancak Karun’u da kimseye vermediği mal ve mülkle, Firavun’u güç ve kuvvetle imtihan etti.

    Her şeyin sahibi, her şeyi yöneten ve yönlendiren, imtihanı var eden O’dur. Tabi bunu kabul etmek veya ret etmek ancak inanç ile mümkündür. “Andolsun biz, her ümmete, “Allah’a kulluk edin, tağuttan kaçının” diye peygamber gönderdik. Allah, onlardan kimini doğru yola iletti; onlardan kimine de (kendi iradeleri sebebiyle) sapıklık hak oldu. Şimdi yeryüzünde dolaşın da peygamberleri yalanlayanların sonunun ne olduğunu görün.” (Nahl/36)
    Dileyen cennete talip olur ona göre bir hayat kurar, dileyen de cehenneme talip olur…

    Bu imtihanın sonucunda insan için iki duraktan biri mutlaka gerçekleşecektir. Ya cennet ya da cehennem. Cennet isteğe bağlı iken cehennem ise kişinin yaptığı tercihler sonucunda şekillenmektedir. “Neredeyse cehennem öfkeden çatlayacaktır! Oraya her bir topluluk atıldıkça oranın bekçileri onlara, “Size bir uyarıcı gelmemiş miydi?” diye sorarlar.” (Mülk/8) Görüldüğü gibi Peygamberlere tabi olmanın sonucu cennet olurken, nefsani arzuların peşinde sürüklenmenin neticesi da cehennem olmaktadır.

    Kimi insan cehennemden bahsetmeyi hoş karşılamayabilir bu dünya arenasında. Sohbet ve muhabbet ortamlarında saatlerce konuşan kişiler özellikle cehennem konusu açıldığında yüzünü kızartıp ekşitebilir, ortamın kasvetinden ve sıkıldığından bahsedebilir, konuyu kapatmaya, gücü yetmezse ortamı değiştirmeye de gidebilir. Konu ile alakalı olan ayetlere ve hadislere müracaat etmekten de yüz çevirebilir.

    Unutmayınız! Her şey insan için bir tercihtir. Dedik ya dünya arenası bir imtihan alanıdır.

    Cennet bir tanedir, o da Allah’ındır. Şartlarını O belirlemiştir. Kimin girip girmeyeceğine de O karar verecektir. Hesap ve kitap O’nun elindedir. Mizanın neye göre gerçekleşeceğini de ancak O belirleyebilir. Söz konusu bu cennetin en önemli özelliği hiç kimsenin tekelinde olmayışıdır. Cehennem de böyledir. Dileyen, dilediğini cennete postalasın, bu postalama adrese teslim edilmeyeceği gibi dileyen dilediğini cehenneme sevk ve idare etsin bu da gerçekleşmeyecektir.

    Ancak insanların kendi hayatlarına, kurdukları düzenlerine, içinde yaşadıkları devletlerine, örf ve adetlerine, mensup oldukları aşiretlerine, tasarladıkları kurallarına, okudukları kitaplarına, süregelen davranışlarına göre tasavvur ettikleri ve şekillendirdikleri cennet ile Allah’ın şartlarını Kur’an’da belirlediği cennet aynı cennet değildir. Cehennem de bu minvaldedir.

    Çok iyi iş yapıyor olsalar da iman sahibi olmayan insanların cenneti hak etmediklerini şu ayetten öğreniyoruz: “Allah’a ortak koşanların, inkarlarına bizzat kendileri şahitlik edip dururken, Allah’ın mescitlerini imar etmeleri düşünülemez. Onların bütün amelleri boşa gitmiştir. Onlar ateşte ebedi kalacaklardır.” (Tevbe/17)
    Cennet ancak ve ancak mü’minler içindir. “… Sizden kim dininden döner de kafir olarak ölürse, öylelerin bütün yapıp ettikleri dünyada da, ahirette de boşa gitmiştir. Bunlar cehennemliklerdir, orada sürekli kalacaklardır.” (Bakara/217)

    “Şüphesiz Allah katında din İslam’dır…” (Al-i İmran/19)
    Diğer bir ayette: “Kim İslam’dan başka bir din ararsa, (bilsin ki o din) ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır.” (Al-i İmran/85)
    O halde İslam’a tabi olan insanların mekanıdır cennet. Gerisi laf-u güzaftır. “Şüphesiz, inanıp yararlı işler yapanlara gelince, onlar için içlerinde ebedi kalacakları Firdevs cennetleri bir konaktır. Oradan ayrılmak istemezler.” (Kehf/107-108)

    Elini kolunu sallayarak gidilen bir yer değildir cennet: “Şüphesiz Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, kendilerine vereceği cennet karşılığında satın almıştır…” (Tevbe/111)

    İnsanlar kendi hiziplerine mensup insanlarını, kendi evlatlarını kendi cennetlerine gönderebilirler, onun için hazırlayabilirler. Bu konuda serbesttirler. Sakın ola şeytan ve avaneleri tarafından yapılan isimlendirmelere kanmayın.

    Unutmayın! Cennet İslam dininin vaat ettiği bir mekandır. Kurallarının tamamı da yine İslam dininin gerekleridir. “İman edip salih ameller işleyenlere gelince; onlara içinden ırmaklar akan cennetler vardır. İşte bu büyük başarıdır.” (Buruç/11)

    Cennet iman ve salih amellerle şekillendiğini görmek gerektiği gibi cehennemin de her türlü şeytani ve şehevi arzularla şekillendiğini görmek gerekir. Çünkü hala tünelin içindeyiz. İmtihan alanındayız. Hayat son bulmuş değil. Her şey elimizde.

    Tercihlerimizi gözden geçirme zamanı…

    Devamını Oku

    Dini Yanlış Anlamanın Önündeki Önemli Bazı Bariyerler

    Dini Yanlış Anlamanın Önündeki Önemli Bazı Bariyerler
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Dini eksik veya yanlış anlamanın bin bir nedeni vardır. Bu nedenler kişiye ve yöreye göre değişiklik gösterebilir. Ancak sorunlar üç aşağı beş yukarı her yerde ve her zaman aynıdır. Kur’an’ın parmak bastığı her zaafiyet kıyamete kadar devam edecektir.

    Dini doğru anlamanın, yanlıştan kurtulmanın ve düzlüğe çıkmanın önündeki engelleri doğru kurgulamamız lazımdır. Olması gerektiği vechiyle sorunlarımızı tanımaya çalışmazsak, ilahi bildirimlere şartsız ve şurutsuz teslim olmazsak, ama demeden ayetleri anlamaya çalışmazsak; anladıklarımızı, yaşadıklarımızı ve anlattıklarımızı gerçek din sanırız.

    İçinde yaşadığımız, mensubu olduğumuz, doğru sandığımız, yanlış olmadığına inandığımız, iliklerimize işlemiş aslında büyük birer yanlış olan unsurlar ahirette karşımıza çıktığında, ne diyeceğiz, nasıl davranacağız, hangi bahaneye sığınacağız? Halbuki Yüce Allah bu konuda bizi şöyle uyarmaktaydı: “(Ey Muhammed!) De ki: “Amelce en çok ziyana uğrayan; iyi iş yaptıklarını sandıkları halde, dünya hayatındaki çabaları kaybolup giden kimseleri size haber verelim mi?” (Kehf/103-104)

    Şeytan, kendi varlığını ve mensubu olduğu ırkını kutsayınca ilahi emirleri yanlış anladı ve davranışlarını bu minvalde kurgulayarak sapıttı. Kendilerine onlarca peygamber gönderilen ırklarını kutsayınca Yahudiler lanete uğradı.

    Doğruyu bulmak, yanlıştan uzaklaşmak, hak ve hakikate ulaşmak adına bu iki olaya tarafsız bir gözle bakmakta fayda vardır.

    Sahi Allah, niye anlatır bu iki konuyu? Onlarca kez, hem de evirerek çevirerek dile getirilen bu iki konu, Yüce Kitabımızda niye yer alır?

    Irkımızı ve mensubiyetimizi kutsamamak adına, öyle değil mi?

    Ama şeytan hala, kendisinin doğru yolda olduğuna, yaptıklarının doğruluğuna inanmaktadır. Aynı şekilde Yahudiler kendilerinin üstün ırk olduklarından vazgeçmiş değillerdir. Şeytanın ve Yahudilerin doğru yolda olduklarına inanıyor olmaları ve inatla bu yolda yürümeleri onların doğru yolda olduklarına hamledemeyiz.

    Bir Yahudi, yahudi gözlüğüyle İslam’a bakacak olursa hidayete eremez. Bir şeytan şaytanın gözlüğüyle “secde et” emrine odaklanmaya devam ettikçe Hz. Adem (a.s.)’i anlayamaz.

    O halde kişi içinde yaşadığı çevrenin, mensubu olduğu ırkın, konuştuğu dilin, yaşadığı ülkenin şartlarından dinine bakacak olursa dinini yanlış anlama ihtimali her zaman yüksek olacaktır. Çünkü Yüce İslam Dini; bir ırka, bir bölgeye, bir ülkeye ve bir zamana bağlı olarak gönderilmiş değildir. İslam ne sadece Araplara gönderilmiştir, ne sadece Türklere gönderilmiştir, ne sadece Kürtlere gönderilmiştir. Yüce İslam ne sadece Arabistan için gelmiştir, ne de sadece Anadolu için vardır.

    Bu konuyu biraz daha özele indirgeyecek olursak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Kürtler içinde yaşadıkları Kürt çevresinden, Türkler içinde bulundukları Türk çevresinden, Araplar var oldukları Arap kimliklerinden, her ülkenin vatandaşları içinde yaşadıkları ve tabi oldukları ülke mefhumundan; kural ve kaidelerinden, taraftarlar bağlanmış oldukları siyasi parti mensubiyetinden İslam’a bakacak olurlarsa kendileri ile İslam arasına kalın perdeler çekmiş olurlar. Bu kalın perdeler ortadan kaldırılmadıkça gün yüzü görülmeyecektir.

    İnsanlar aydınlığa çıkmadan içinde yaşamaya alıştıkları karanlık ve loş hayatı; aydınlık ve berrak olarak algılamaya ve anlatmaya devam edeceklerdir.

    Bu ve buna benzer ışığı engelleyen kalın duvarlar dünyanın her yerinde hemen her zaman vardır. Dün olduğu gibi bugün de bu zifiri karanlık insanların gözlerini kör etmiştir; hakkı haykırmanın, hakikati ortaya sermenin, doğruyu doğru, yanlışı da yanlış demenin önündeki en büyük engel olagelmiştir.

    İçinde yaşadığımız bölgede görebildiğimiz kadarıyla insanların ekseriyeti söz konusu bu özellikleri ön plana aldıkları için İslam dinini pak görmüyorlar, net anlamıyorlar ve nezih bir şekilde anlatmıyorlar. Demirden mamul elbiseler içinde yaşayan ve yaşamaya alışmış insanlar nereye giderlerse gitsinler hayatı hep karanlık, havayı hep bulutlu, ortamı hep sisli, dini hep puslu göreceklerdir.

    Unutmayınız! Dini Mübin; kişiler, bölgeler ve zamanlar üstü bir dindir. Hiçbir ırkı, hiçbir rengi, hiçbir ülkeyi, hiçbir siyasi kimliği, hiçbir kanunu veya kuralı kutsamaz. Kutsanan bir ırk, bir ülke, bir unsur, bir cinsiyet varsa orada hak ve hakikat mutlak manada gizlenmiştir. Bunun lamı cımı yoktur.

    Bu durumu tersine çevirmek, olanı olduğu gibi görmek biz Müslümanların elinde. Bunu başarabiliriz. Başarmak zorundayız da. Değiştirilemeyen ırk, renk, dil ve cinsiyet gibi unsurlar hesap ve kitaba dahil değildir zaten. Ancak söz konusu bu unsurlar kutsanmaya başlandığı andan itibaren bariyerler, perdeler ve kalın duvarlar örülmeye başlanmış demektir.

    Eğer kişi inandığı İslam dininin pencerelerinden mensubu olduğu ırkına, konuştuğu diline, içinde yaşadığı ülkesine, sahip olduğu cinsiyetine, yaşamak zorunda olduğu çevresine ve sahip olduğu siyasi kimliğine bakacak olursa dini daha doğru anlamaya kapı aralamakla kalmaz kendisini doğru tanımlamaya da başlar.

    Dini Mübin’e kalın duvarlar, ışık sızdırmayan perdeler ardından bakanlar hep nakıs, hep tarafgir, hep yanlış bakmışlardır.

    Geliniz dinimizi yeniden anlamaya, yeniden kavramaya, yeniden anlatmaya başlayalım. Bizimle dinimiz arasından var olan cinsiyetimizi, yücelttiğimiz ırkımızı, kutsadığımız dilimizi, ülkemizi, siyasi partimizi, aşiretimizi çıkaralım. Geliniz Yüce kitabımızın her sayfasından bu saydığımız unsurlara yeniden bakalım.

    Emin olun o zaman çok şey netleşecek, hatta zihinlerimize yerleşen, iliklerimize işleyen din bile değişecektir.

    Devamını Oku

    Şirk; Sadece Düşüncede Tahribata Yol Açmaz

    Şirk; Sadece Düşüncede Tahribata Yol Açmaz
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    “Görmüyorlar mı ki, onlar her yıl bir veya iki kere belaya çarptırılıp imtihan ediliyorlar. Sonra ne tövbe ederler, ne de ibret alırlar.” (Tevbe/126)
    Kıyamete doğru son sürat yol alırken imtihan edilme süremiz sıklaştı. Ardı ardına gelmeye başladı her şey. Belki de “imtihandan ibret alma” denilen ulvi mefhumu bir tarafa savurduk. Bir bakmışız depremle sarsılıyoruz, bir bakmışız sel ile toprağa karışıyoruz, bir bakmışız ki her canlı gibi susuzluğu yaşanan kuraklıkla beraber iliklerimize kadar yaşıyoruz.
    Hep başkası suçlu-kusurlu, hep başkası günahkar, hep başkası hilekar. Kendimiz, sütten çıkmış ak kaşık gibiyiz. Keşke bizler de Yunus (a.s) gibi bir bela, bir musibet, bir felaket veya olağanüstü bir durum ile karşılaştığımız vakit zulüm işleyenin, yanlış yapanın, günaha dalanın, kusur sahibi olanın kendimiz olduğunu ifade ve itiraf edebilseydik. Belki o zaman Allah bize merhamet ederdi. Belki o zaman bizi kurtarırdı ya da günahlarımızı affederdi: “Zünnûn’u da hatırla. Hani öfkelenerek (halkından ayrılıp) gitmişti de kendisini asla sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. Derken karanlıklar içinde, “Senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni eksikliklerden uzak tutarım. Ben gerçekten (nefsine) zulmedenlerden oldum” diye dua etti.” (Enbiya/87)
    Musibetlerden ibret alıyor muyuz? Şirk koşmaktan, şirk unsurlarına tazim göstermekten, küfür kurallarını sergilemekten vazgeçiyor muyuz? Her şeyi tabiata bağlayınca, bilimle yorumlamaya çalışınca, teknikle açıklayınca; meydana gelen olayları Allah ile irtibatlandırmaktan uzak durduk. İrtibat kopukluğu doğru bir sonuca ulaştırmadı bizi. Doğru bir netice de elde edemedik. Ne kendimizi, ne yaptıklarımızı düzelttik, ne de ibret aldık yaşananlardan.
    Yunus (a.s.)’u bilmeyince ve yeterince tanımayınca suçlu olarak hep başkası oldu.
    Olayları doğru okumak ve doğru değerlendirmek gerek. Her olaya Kur’an penceresinden, Allah’ın bak dediği yerden bakmakla mükellefiz. Olaylara Kur’an’ın gözlüğünden bakmayanlar/bakamayanlar ilahi kelamın ne dediğini de anlayamazlar. Şu ayeti defaaten okumakta fayda mülahaza ediyorum: “Rahman’a çocuk isnat etmelerinden dolayı neredeyse gökler parçalanacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp çökecektir!” (Meryem/90-91)
    Göklerin parçalanacak gibi bir duruma evrilmesini, yer yüzünün kilometrelerce yarılmasını, dağların yerinden oynamasını ve yıkılmasını neye göre yorumlayacağız? Köşe başlarına dikilen putların bu olaylardan azade olduğunu söyleyebilir miyiz? Allah’ı inkar etmenin, en basit şeyleri bile O’na şirk koşmanın özgürlük olarak lanse edildiği ortamlarda bu gibi konuların izahını yapabilmek deveye hendeği atlatmaktan daha zordur.
    Maalesef insanoğlu; Allah’ı inkar etmede, şirk koşmada, emirlerine karşı diklenmede, haramları aleni işlemede çok cesurdur. Belki de tüm değerlerini terk etme pahasına dahi olsa; talip olduğu, peşinden sürüklendiği, dört elle sarıldığı muasır medeniyete ulaşmanın bir sonucudur, bir yansımasıdır.
    İnsanoğlu çok acizdir. Hem de çok çok acizdir. Tahmin etmediği, tahmin edemeyeceği, tahmin edilemeyeceği kadar acizdir. Kayaları oyarak meydana getirdiği mağaralara sığınsa da acizdir. Hayvanın sırtına binse de, uçakla havada uçsa da, gemiye binse de, yeryüzünü sert adımlarla adımlasa da acizdir. Secde etmekten, secdeye kapanmaktan, el açıp için için Yüce Allah’a yalvarmaktan başka bir şansı, başka bir çıkış kapısı yoktur.
    İstediği kadar büyüsün, istediği kadar gelişsin, istediği kadar zenginleşsin, istediği kadar medeni olun, istediği kadar diploma, bilgi, makam, mevki, çoluk, çocuk sahibi olsun, istediği kadar güçlü kuvvetli, top tüfek sahibi olsun: hep mahzundur, hep çaresizdir, hep sahipsizdir, hep kimsesizdir insan. Allah’tan başka sığınacak mercii, tutulacak dalı, yalvaracak kapısı yoktur.
    Ancak insanın meydana getirdiği her eserin sahip olduğu inancının bir yansıması olduğunu unutamayız. Allah’ın istediği kuvvetli bir imandan; güzel, nadide ve yüzyıllar boyu ayakta kalan eserler ortaya çıkarken; işe yaramayan, insanı diri diri mezara gömen eserlerin ortaya çıkışı da zayıf ve basit karakterli insanların sinesinde var olan inançlarının bir yansıması olduğunu da silemeyiz sinelerimizden.
    İnsanın kalbinde iman güçlendikçe nadide eserler yansır dışarıya. Ama iman zayıfladıkça veya imana şirk bulandıkça dışarıya yansıyan iş ve işlemler çamura dönüşür, kendisi ile beraber yüzlerce insanı da pisliğe bulaştırır.
    Şirk; insanı esir aldıkça rüzgar tersinden eser. Dışarıda bulunan türlü fısk-u fücur esintisi kalbe nüfuz eder, vücuda hakim olur.
    İnsanın kafasındaki fikirler değişince fiiller değişir. Çünkü fikirler insanın emir ve komuta merkezidir. İyi komut iyi sonuçlar, kötü komut da kötü sonuçlar doğurur. Kötü sonuçlar mutlaka kötü bir komutun sonucudur.
    O halde inanç değişince davranışlar değişti. Davranışlar değişince kainatta deveran eden olaylar da değişti.
    Felaha ulaşmak adına şu ayeti yeniden okumakta fayda var: “Hiç olmazsa kendilerine tarafımızdan bir sıkıntı geldiğinde içten bir niyazda bulunsalardı! Fakat kalpleri iyice katılaştı; şeytan da onlara yaptıklarını şirin gösterdi.” (Enam/43) Düşüncesi değişen insanların fiilleri de değişti. İcra edilen fiiller de insanları yuttu, harap etti.

    Devamını Oku

    Adalet Ama Hangi Adalet

    Adalet Ama Hangi Adalet
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

     

    Tarafımız belli, safımız nettir. Okuduğumuz Kur’an, kulak verdiğimiz Sünnettir. Rabbimiz Allah, liderimiz Hz. Muhammed (s.a.v)’dir. Alnımız dik, adımlarımızı sert, yumruğumuz namerde pek derttir. İleriye odaklanır, sırat-ı müstakimden ayrılmayız. Kimin ne dediğine kulak asmaz, bildiğimizden, istediğimiz adaletten sapmayız, hakkı batılla asla karıştırmayız. Hakkın yolundan caymayız. Çapulculara ve haramilere papuç bırakmayız. Çünkü biz Müslümanız, Müslümandan başkasına da güvenmeyiz. İlahi kelamla beslenir, nebevi sünnetle yol alırız. Müslümanla kardeş, bilumum kafirlerle düşmanız. Münafığı sevmez, müşriklere kindarız. Bizler cennete sevdalı, şehadetle nişanlı, geri çevrilmez bir yoldayız. Doğduğumuz gün öleceğimize inanan insanlarız.

    Hak bellidir, hukuk bellidir. Adalet için gerekli kurallar sarihtir. Kimin ne yapması gerektiği Kitabüllah’ta zikredilmiştir. Ancak asıl mesele doğruyu yanlıştan tefrik edebilecek bir akıl sahibi olmaktır. Akıllı insanlar için ilim lazım, feraset lazım, izan lazımdır.

    Doğru bilgiye sahip olan bir insan, kendisine yutturulmaya çalışılan yanlış bilgileri ayıklayabilir. Çünkü elinde bir mihenk taşı vardır. Ölçülmesi gerekenleri elindeki mihenge vurur ve doğru bir sonuca ulaşır. Ancak sahip olduğu bilgiler doğru değil yani şirazesi kaymışsa adamın; doğruyu tutturması, hakkı ve hukuku tanıması, vicdan sahibi olması, adaleti ortaya sermesi mümkün olmayacaktır.

    Yarım bardak temiz su ile yarım bardak pis suyu karıştırdıktan sonra suyu yeni bir bardağa boşaltalım. İki suyun karışımıyla yeni bir bardak dolduralım. Bu yeni bardağın suyu temiz midir yoksa pis midir? Vereceğimiz cevap bizim durduğumuz noktanın sağlamlığını, sarıldığımız delillerin kuvvetini ortaya serecektir. Ufak tefek şeylerden ne çıkar diyemeyiz.

    Doğru da, adalet de, vicdan da, terazi de böyledir. Doğrunun içine yanlışlar boza edilirse yanlış doğruya tebdil edilmiş olmaz. Bilakis doğru, doğru olmaktan fersah fersah uzaklaştırılmış olur.

    Hangi adaletten bahsettiğimizi bilmek adına herkesin adalet adalet diye höykördüğü bir caddeden seslenmek, ulu orta sesimin son reddesine kadar haykırmak istiyorum.

    Bir kadın babasının vefatından sonra kardeşleriyle anlaşmazlığa düşmüş. Kur’an’a göre gerçekleştirilen miras paylaşımı konusunda kardeşleri aleyhinde mahkemeye başvurmuş. Mahkeme kendince çok adil bir karara imza atarak kadınlar ve erkekler arasında eşit bir şekilde paylaşım yapmış olsun. Bu mahkemenin “Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe iki kadın payı kadar (vermenizi) emreder.” (Nisa/11) ayetine rağmen miras konusunda yaptığı bu paylaşım adil midir? Yani adalet gerçekleşmiş midir?

    Bir başka kulvarda, bir başka konuda yine yüksek bir sesle sormak istiyorum sesimin yetiştiği herkese:

    Bir mudi parasını yatırdığı bankanın yıllık faiz oranlarını düşük bularak bankayı mahkemeye veriyor. Mahkeme; yaptığı titiz araştırmalar neticesinde ne bankanın verdiği faiz oranını doğru buluyor ne de mudinin istediği oranı kabul ediyor. Adil davranmak isteyen hakim, mudinin parasına ortalama bir faizin uygulanmasına hükmediyor.

    Şimdi: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve gerçekten iman etmiş iseniz faizden kalanı bırakın. Bunu yapmazsanız Allah ve resulü tarafından size bir savaş açıldığını bilin. Eğer tövbe ederseniz, haksızlık etmemek ve haksızlığa uğramamak üzere anaparanız sizindir.” (Bakara/278-279) ayetlerine göre Allah ve Resulüne açılan bir savaşta yani bir faiz davasında mahkemenin verdiği bu karar adil midir, değil midir?

    Mahkemenin verdiği bu karar adaletin yerini bulmasını sağlamış mıdır?

    Herkesin adalet istediği bir platformda bir başka soruyu dile getirerek noktalamak istiyorum bu soru zincirini.

    Kasıtlı bir şekilde öldürülen bir adamın katiline çocukları tarafından: “Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre karşı hür, köleye karşı köle, kadına karşı kadın kısas edilir. Ancak öldüren kimse, kardeşi (öldürülenin varisi, velisi) tarafından affedilirse, aklın ve dinin gereklerine uygun yol izlemek ve güzellikle diyet ödemek gerekir. Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Bundan sonra tecavüzde bulunana elem dolu bir azap vardır.” (Bakara/178) ayetinin gereği olarak kısas hükmünün uygulanmasını istiyorlar. Yıllarca devam eden duruşmalar neticesinde bu caniye, müebbet hapis cezasının verilmesi hangi adaletin yansımasıdır? Ya da bu işlem adalet olarak değerlendirilebilir mi?

    Şimdi bir kez daha “adalet istiyoruz” diye ortalıkta dolaşan insanlara sormak istiyorum. Hangi adaletten yanasınız? Hangi adaleti talep ediyorsunuz? Ya da adaletten kastınız ne? Sizin adaletiniz mi yoksa ilahi adalet mi? Hz. Ömer (r.a.)’in uyguladığı adalet mi?

    Duruşunuz net mi? İstedikleriniz belli mi?

    Unutmayın! İstediğiniz adalet, günün birinde ödemesini yapacağınız bir faturaya yansıtılacağını biliyor ve umuyor musunuz?

    Devamını Oku