Her şeyi dünyadan ibaret gören birisini mutlu etmek ne mümkün.
‘Heyhat mine zille’ diyerek hem aldandık elimize tutuşturulanlara hem de yanıldık önümüze konulanlara. Ama en önemlisi neye aldandığımızı ve niçin yanıldığımızı da bilemedik, peşine düşmeyi de düşünmedik. Tam teşekküllü hareket halindeki bir trenden atlamaya çalışırken hurdaya ayrılmış hareket mecali bulunmayan trene binmenin derdiyle yanıp tutuştuk günlerce.
Nasıl ve niçin aldandığımızı ve kandırıldığımızı bilememek kahrediyor yürekleri.
Unutmayın! Cereyan eden olaylar, ortaya çıkan ürünler, peydahlanan cürümler ne yazık ki kendi ellerimizle şekillendirdiğimiz eserlerimizdir.
Yanlış iş ve işlemleri icra etmek, peşinden seğirtmek için ne zorlayanımız vardı ne de baskı uygulayanımız. Kılıcını sallayarak ensemizden inmeyen, olmazsa olmaz diyenler de yoktu ortada. Kendi ellerimizle hem de gözümüzü kırpmadan katlettik hakikati ve meşruiyeti. Ölünün arkasından dağıtılan helvayla çocuklar gibi sevindik günlerce.
İyi, güzel ve doğru olan şeyleri bulduğumuzda balıklama atlıyorduk saplı bulunduğu bataklığa ve balçığa. Doğru elbette doğru olacaktı. Ancak doğrular bir de doğru yerde bulunmak zorundaydı. Böylesi bir kural da olmalıydı meçhule doğru yol alan bu uzay gemisinde.
Bir ömür boyu debelenip durduk dibi görünmeyen, karanlık ve izbe noktalarda. Niyetimiz doğru ve sağlam olsa da bulunduğumuz mekan ile uyuşmuyordu aradıklarımız. Bir kere karanlığa alışmış ve benliğimizle beraber saplanmıştık. En ufak bir aydınlık karşısında kamaşıyordu gözlerimiz.
Biz mi şaşırmıştık, yoksa elimize yanlış adres mi tutuşturulmuştu? Belki de bugün navigasyon tersinden işliyordu.
Ne doğruyu yakalayabiliyorduk ne de balçık ve bataklıktan kurtulmak için bir çabanın içine giriyorduk. Memnunduk yerimizden, halimizden. Doğruyu yakalamak adına bir istek de oluşmuyordu sinemizde. Herhangi bir çaba sarf etmeyi denemedik nedense. Aradığımız şeyler doğru olmadığı gibi yanlış yerden ayrılmayı da beceremedik.
Doğru şeylerin ancak doğru yerlerde aranacağı sanırım öğretilmedi bize. Belki de bu konuda cahil ayaklarına yattık yıllarca.
Zeminleri sağlam, istikametleri doğru ve aradıkları meşru olmayan insanların menzile ulaştıklarına aramızda şahit olanımız da yoktu. Böyle bir bilgiye de sahip değildik. Bu vakıayı duymadığımız gibi duymamak için bulabildiğimiz kadar pamuk tıkıyorduk kulaklarımıza. Nedense doğruyu aramaktan, doğru yerde bulunmaktan ve doğru yolda yürümekten hoşlanmadık.
Çıkmaz sokağa girmiştik bir kere. Bulunduğumuz yerde patinaj yapmak mest ediyordu bizi, yüreğimizi, benliğimizi. Geri dönmek de hoşumuza gitmiyordu. Hal böyle olunca iki yakamız da bir araya gelmiyordu. Benliğimize mi yediremiyorduk karşılaştıklarımızı yoksa yeni bir kapı aralamak, yeni güneşlerle aydınlanmak ve ısınmak hatta billur bir havayı teneffüs etmek okşamıyordu içimizi.
Kirlenebileceğimizi düşünemeyince temizlenmeye de çalışmadık bulunduğumuz kirli ve pasaklı mekanlarda. Düşünceler farklılaşınca etrafı seyre dalan gözler yanılttı bizleri.
Elimize aldığımız altın bile temiz olmalıydı. Kendisi kirlenmezdi zaten. Pisliğe batmış bir altın; girdiği eli kirletebileceği gibi konulan cebi de kirletebilirdi. Altının bir mızrağa dönüştüğünü ve insanın kalbine saplandığını varsayın. Vücuda pompalanan kanın taşıyacağı mikrobu ölçebilecek bir mikroskobu bulmak ne mümkün. Hasarı ve tahribatı tahmin etmek kimin haddine.
Herkes görsün diye ulu orta sergilediğimiz ürünlerimizin arka kapağında kullandığımız fonlar bizim için çok önemliydi. Gösterime sokulan ürünlerle ilgili ve ilişkili de değildi kullandığımız ve uğrunda bir hayat tükettiğimiz fonlar. Dinimizle ve benliğimizle de bağdaşmadı hiçbir zaman.
‘Heyhat mine zille’ diyerek hem aldandık elimize tutuşturulanlara hem de yanıldık önümüze konulanlara. Ama en önemlisi neye aldandığımızı ve niçin yanıldığımızı da bilemedik, peşine düşmeyi de düşünmedik. Tam teşekküllü hareket halindeki bir trenden atlamaya çalışırken hurdaya ayrılmış hareket mecali bulunmayan trene binmenin derdiyle yanıp tutuştuk günlerce.
Nasıl ve niçin aldandığımızı ve kandırıldığımızı bilememek kahrediyor yürekleri.
Unutmayın! Cereyan eden olaylar, ortaya çıkan ürünler, peydahlanan cürümler ne yazık ki kendi ellerimizle şekillendirdiğimiz eserlerimizdir.
Yanlış iş ve işlemleri icra etmek, peşinden seğirtmek için ne zorlayanımız vardı ne de baskı uygulayanımız. Kılıcını sallayarak ensemizden inmeyen, olmazsa olmaz diyenler de yoktu ortada. Kendi ellerimizle hem de gözümüzü kırpmadan katlettik hakikati ve meşruiyeti. Ölünün arkasından dağıtılan helvayla çocuklar gibi sevindik günlerce.
İyi, güzel ve doğru olan şeyleri bulduğumuzda balıklama atlıyorduk saplı bulunduğu bataklığa ve balçığa. Doğru elbette doğru olacaktı. Ancak doğrular bir de doğru yerde bulunmak zorundaydı. Böylesi bir kural da olmalıydı meçhule doğru yol alan bu uzay gemisinde.
Bir ömür boyu debelenip durduk dibi görünmeyen, karanlık ve izbe noktalarda. Niyetimiz doğru ve sağlam olsa da bulunduğumuz mekan ile uyuşmuyordu aradıklarımız. Bir kere karanlığa alışmış ve benliğimizle beraber saplanmıştık. En ufak bir aydınlık karşısında kamaşıyordu gözlerimiz.
Biz mi şaşırmıştık, yoksa elimize yanlış adres mi tutuşturulmuştu? Belki de bugün navigasyon tersinden işliyordu.
Ne doğruyu yakalayabiliyorduk ne de balçık ve bataklıktan kurtulmak için bir çabanın içine giriyorduk. Memnunduk yerimizden, halimizden. Doğruyu yakalamak adına bir istek de oluşmuyordu sinemizde. Herhangi bir çaba sarf etmeyi denemedik nedense. Aradığımız şeyler doğru olmadığı gibi yanlış yerden ayrılmayı da beceremedik.
Doğru şeylerin ancak doğru yerlerde aranacağı sanırım öğretilmedi bize. Belki de bu konuda cahil ayaklarına yattık yıllarca.
Zeminleri sağlam, istikametleri doğru ve aradıkları meşru olmayan insanların menzile ulaştıklarına aramızda şahit olanımız da yoktu. Böyle bir bilgiye de sahip değildik. Bu vakıayı duymadığımız gibi duymamak için bulabildiğimiz kadar pamuk tıkıyorduk kulaklarımıza. Nedense doğruyu aramaktan, doğru yerde bulunmaktan ve doğru yolda yürümekten hoşlanmadık.
Çıkmaz sokağa girmiştik bir kere. Bulunduğumuz yerde patinaj yapmak mest ediyordu bizi, yüreğimizi, benliğimizi. Geri dönmek de hoşumuza gitmiyordu. Hal böyle olunca iki yakamız da bir araya gelmiyordu. Benliğimize mi yediremiyorduk karşılaştıklarımızı yoksa yeni bir kapı aralamak, yeni güneşlerle aydınlanmak ve ısınmak hatta billur bir havayı teneffüs etmek okşamıyordu içimizi.
Kirlenebileceğimizi düşünemeyince temizlenmeye de çalışmadık bulunduğumuz kirli ve pasaklı mekanlarda. Düşünceler farklılaşınca etrafı seyre dalan gözler yanılttı bizleri.
Elimize aldığımız altın bile temiz olmalıydı. Kendisi kirlenmezdi zaten. Pisliğe batmış bir altın; girdiği eli kirletebileceği gibi konulan cebi de kirletebilirdi. Altının bir mızrağa dönüştüğünü ve insanın kalbine saplandığını varsayın. Vücuda pompalanan kanın taşıyacağı mikrobu ölçebilecek bir mikroskobu bulmak ne mümkün. Hasarı ve tahribatı tahmin etmek kimin haddine.
Herkes görsün diye ulu orta sergilediğimiz ürünlerimizin arka kapağında kullandığımız fonlar bizim için çok önemliydi. Gösterime sokulan ürünlerle ilgili ve ilişkili de değildi kullandığımız ve uğrunda bir hayat tükettiğimiz fonlar. Dinimizle ve benliğimizle de bağdaşmadı hiçbir zaman.